Bir şehirde doğmak, insanın yalnızca haritadaki bir noktaya düşmesi değildir; o şehir, zamanla insanın belleğini kurar, ruhunu yoğurur, kimliğine sızar. Benim kimliğim, Ankara’nın taşına, ayazına, dinginliğine işlenmiştir. Yıllar saçlarıma ak düşürürken, Ankara da yanımda sessizce yaşlandı. Biz artık yan yana yürüyen iki dost gibiyiz: birbirimizin yükünü, suskunluğunu, sabrını bilen. Ama yalnızca dost değil; Ankara bazen bana yaşlı bir bilge gibi yol gösterdi, bazen de bir baba gibi siper oldu.
Dışarıdan bakıldığında Ankara gri bir tuvaldir: denizsiz, gösterişsiz, hatta biraz tutuk. Ama bilgelik de böyledir zaten: parıltısız, sade, fakat derin. Ankara’nın ayazı, yaşlı bir bilgenin keskin sözü gibidir: önce üşütür, sarsar; sonra insanın içine işleyen bir öğretiye dönüşür. Ardından bir bardak çayın sıcaklığı gelir; o da baba şefkatine benzer: sertliğin arkasında gizlenen merhamet. İşte Ankaralı olmak, bu sertlikle şefkat arasında yaşamayı öğrenmektir.
Çocukluğum Ulus’un dar sokaklarında geçti. Sebze halindeki telaş, satıcıların bağırışları, taze ekmeğin kokusu, çocuk kahkahaları… Bunlar, Ankara’nın bana sunduğu ilk derslerdi. Dostluğun sadeliğini, hayatın sıradanlığında bile saklı olan bereketi orada öğrendim. O sokaklarda Ankara, bana baba gibi yaklaştı: yorgun ama koruyan, suskun ama yanında duran.
Gençliğim, Cebeci’deki 51 Çay Ocağı’nda demlendi. Loş ışıkların, is kokulu camların ardında biz gençler, dünyayı yeniden kurmaya soyunurduk. Hararetli sohbetlerimizde Ankara, yaşlı bir bilge gibi kulağımıza fısıldardı: “Hayalleriniz güzel, ama sabır gerek.” O çay ocağında öğrendim ki, bilgelik büyük laflarda değil, küçük ve gösterişsiz anlarda gizlidir. Dostluklarımız da öyleydi: gösterişsiz, ama ömür boyu sürecek kadar sağlam.
Bugün yetmiş yılı devirmişken hâlâ aynı sokaklarda yürüyorum. Kızılay’ın bitmeyen kalabalığında modern hayatın telaşını, Gençlik Parkı’nın dinginliğinde insanın öz sükûnet arayışını, Numune yokuşunun yorgunluğunda hayatın ağırlığını görüyorum. Bazen kendime soruyorum: “Ben mi Ankara’ya benzedim, yoksa Ankara mı bana?” Belki de biz, yaşlanan iki dost gibi birbirimizin yüzünde çizgiler bıraktık. Belki de Ankara, baba gibi beni büyüttü; bilge gibi bana öğretti; dost gibi yanımda yaşlandı.
Ankaralı olmak, kalabalığın ortasında yalnız kalabilmek, gürültüye rağmen dinginliği sürdürebilmektir. Gösterişsizliğin ardında direnç saklamaktır. Tıpkı şehrin kalbindeki Hacı Bayram Camii gibi: sade, sessiz, ama köklerinde bir medeniyetin hafızasını taşıyan.
Şimdi dönüp ardıma baktığımda şunu biliyorum: Ankara, taş ve betondan ibaret değildir. O, benim sadık dostum, sessiz bilgim, sabırlı babamdır. Sert nasihatleriyle, sessiz şefkatiyle, yorgun adımlarıyla yanımda yürüyen…
İyi ki bu şehirde doğdum, iyi ki bu şehirle yaşlandım. Çünkü Ankara bana yalnızca bir kimlik değil, bir hayat öğretisi verdi: sade olmayı, dirençli kalmayı, gösterişten uzak ama özü sağlam bir ömür sürmeyi.
Ankara’yla nefes almak, aslında bir dostun sadakati, bir babanın koruyuculuğu ve bir bilgenin sessiz bilgeliğiyle yaşamaktır.

























Yorum Yazın