Bazen bir türkü, yüreğinizde ansızın kanat çırpan bir kuş olur. Bazen bir kıyı şehrinde yankılanan bir kaval sesi gibi içe işler. Bazen de gurbetin tam ortasında, neye özlem duyduğunuzu bile unuttuğunuz bir anda sizi bulur, gözlerinize sessizce konar. İşte böyle zamanlarda, o türkünün ardındaki sesi tanımak, o sesi bir ömür boyu yüreğinde taşıyan adamı bilmek gerekir: Bahri İlhan’ı...
Ben onu tanıdım. Sadece bir sanatçı olarak değil, yüreğiyle, gönlüyle, vakarıyla tanıdım. Sekseni yılların başında yollarımız kesiştiğinde, bir dostun sessizce omuz veren haliyle hayatıma dâhil olmuştu. O günden bu yana, türkülerin ve suskunlukların gölgesinde süren bir dostluk, bir kardeşlik bağıyla yürüdük yan yana.
Ne zaman bu türkü çalsa, iç Anadolu’nun sarı toprakları düşer aklıma. Ve orada, Keskin’in Efendi köyünden çıkıp, hayata kafa tutan bir delikanlı… Bahri İlhan’ın adıyla özdeşleşmiş bu türkü, sadece notalarla değil, yaşanmışlıkla örülmüştü. Onun gurbeti İstanbul'un taş sokaklarında başlamış, Karacaoğlan’ın mısralarıyla teselli bulmuş, en nihayetinde gönlündeki sazla suskunlukları dile dönüştürmüştü.
1943 yılında, henüz Ankara’ya bağlı olan Keskin’in bağrında dünyaya gözlerini açtığında kaderi onu erken yaşta yetimlikle tanıştırdı. Beş yaşında annesini kaybettiğinde çocuk kalbiyle daha büyük acılar taşıyacak bir sükûtun eşiğine yürümüştü. Anneannesinin yanında Ankara'da büyürken, müzik onun için bir oyuncak değildi; bir sığınaktı. Kaval, onun ilk sırdaşıydı; klarnet, askerde kader arkadaşı oldu. Bandoda başlayan musiki yolculuğu, sivil hayatta onu büyük sahnelere, önemli sanatçılarla aynı perdeye taşıdı. Ama o hep ‘gönlün sesi’ni aradı.
Yıldıray Çınar’dan Gönül Yazar’a, Ahmet Sezgin’den Osman Türen’e uzanan sanat yolculuğunda, Bahri İlhan yalnızca müzik yapmadı. Duruşuyla, suskunluğuyla, seçimleriyle, hatta müziğe ara verişiyle bile bir şey söyledi. Bir Avrupa turnesinde geçirdiği mide kanaması sonrasında, hayata ve sanata dair bakışı değişmişti. O anı bir kırılma olarak değil, bir “açılma” olarak tarif ediyordu: “Ruhun rahat bulamadığı bir bedende, sıhhati aramak, kendini kandırmaktır.”
Sadece sesiyle değil, sözleriyle de irfan mektebinin talebesidir. Beste çalışmalarında Orta Anadolu’nun şivesini korudu. Çünkü onun için türkü sadece bir melodi değil, bir yurt, bir kimlikti. Musiki çevresinin ahlâkî zaaflarını sezdiğinde, elini sazdan çekti; çünkü onun için sanat, yalnızca kulaktan değil, vicdandan da icra edilmeliydi.
Bu sessizliğin ortasında tanışmıştım onunla. Farklı işler yapıyor, evine ekmek götürüyordu ama gönlünün bir köşesinde saz, sessizce duvarda asılı duruyordu. Derken, mukaddes topraklara işçi olarak gidişi, sonra Ankara’da bazıları ile kesişen yolları, derin sohbetler, gönül yolculukları... derken bir gün, elleri tekrar titremeye başladı. Beyninde bir sızı, yüreğinde bir arzu… Sazı tekrar eline almak istiyordu ama buna bir cevaz, bir ferahlık gerekiyordu. İşte o gün, bir dost olarak elimden gelen sadece onu dinlemek ve içindeki sesi onaylamaktı. Öyle de yaptım.
TRT arşivlerinde kayıtlı olan eserleri, telif haklarını almak için verdiği mücadelesi, 1977’de Nuri Sesigüzel’in oynadığı “Bir Yiğit Gurbete Gitse” filminden doğan hakları... Geciken vefanın peşinden yılmadan yürüdü. Ve nihayet, TRT’nin “Ömür Dediğin” programı, o beklenen teşekkürü bir nebze olsun sesli dile getirdi.
Şimdi, Sincan’da mütevazı evinde, sazının gölgesinde yaşayan Bahri İlhan, bir halk sanatçısından öte, bir irfan adamı olarak hafızalarımıza kazındı. Onu anlatmak kolay olmadığını ifade ederek, türküleri gibi kendisi de sade kişiliktir. Yüksek perdeden konuşmaz, ama söylediği her sözü gönle dokunan yiğidi anlatmak elbette kolay değil.Ama onun türküsü dillerimizdedir: “Bir yiğit gurbete gitse, gör başına neler gelir”

























Yorum Yazın