Baharın gelişini balkonumda açan bir lale ve sümbülle kutladım. Lale açsın diye okumadığım bilgi kalmadı. Yeni anne olmuş gibiydim; telaşlı, kaygılı, huzurlu. Her gün sevgi sözcükleriyle uyandırdım onu. Nihayet çiçeklenme dönemine girdiğinde sabredemeyip sabahın ilk ışıklarıyla uyandım. Uzun yapraklarının arasından narin boynunu uzatmıştı. Yeşil yapraklarından ayrılmış, kıpkırmızı çiçeğiyle gözlerini ovuşturarak bakıyordu bana. Doğanın mucizevi sanatına tanıklık etmiştim.
Evde kaldığımız bu süreçte, karantinadan önce gönül gözüyle bakmadığım olayları tahlil ederken yakalıyorum sürekli kendimi. Bilmediklerime, görmediklerime yöneliyorum istemsizce. Balkonumdan uzanan başım göğe çevriliyor; kuşların cıvıltısı, havanın uğultusu var yalnızca. Zihnimden geçiyor sisli bir cümle: “Gördüklerinin, duyduklarının âlâsı saklı yaşamın rahminde.”
Zor zamanlarda ayakta kalabilmenin, hayatın normal akışında edindiğimiz tecrübelere ve kendimize yaptığımız yatırımlara bağlı olduğunu fark ettim; yani duygusal sermayemize. Duygusal sermayemiz ne denli güçlüyse zorluklarla karşılaştığımızda o kadar sakin kalabiliyoruz. Dalmadan önce içimize çektiğimiz nefese benzetiyorum bu durumu. Yaşam yolculuğunda sık sık mola vererek yürümek, bir sıkıntı baş gösterdiğinde içimizde tuttuğumuz nefes oluyor bizlere.
Uzun zamandır iyi bir okuyucu olma yolunda ilerliyorum. Merak duygumun küçük bir çocuğunki gibi kalmasının, sürekli “neden” diye sormamın avantajını yaşıyorum şimdilerde. Kimleri okuyabilirim, eksik kaldığım yönlerim neler, hangi edebi türü bilmiyorum gibi sorularla dolu uzun bir liste yaptım kendime. Her gün uzun bir okuma serüveninden çıktığımda, vaktin bir dakika gibi geçişini izliyorum gözlerimin önünden.
Karantina sürecinin ilk haftalarında kaygılı ruh hâlimin izlerinden sıyrılmak kolay olmadı elbette. Toplum olarak bir sarsıntı, zorunlu bir bekleyiş ve belirsizlik süreci benliğimize işledi. Ancak hayatım boyunca korktuğum belki tek şeyin “atalet duygusu” olması, kaygının üzerimde günlerce taşıdığım bir elbise gibi gezmesine izin vermedi.
Yıllarca duygusal zekâ, empati, travma süreçleri ile ilgili okuduğum kitaplar, makaleler bu süreçte en yakın dostlarım oldular. Bu bakımdan benim uzun yol azığımın edebiyat ve sanat olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Okumanın birçok faydasını sayabiliriz. Ben en önemli faydasının insanı sükûnete davet etmesi olduğunu düşünüyorum. Evet, sükûnet olgun insan olabilmenin yegâne şartlarından diyebiliriz. Alelade bir sessizlik hâli değildir sükûnet. Sükût edebilmenin sağlam bir yaşam tecrübesi gerektirdiğine inanıyorum. Ve yüksek bir duygusal zekâ. Asabiyet hâlinin ilkel benlik sistemiyle yakından ilişkili olduğunu hatırlarsak, zor zamanlarda sakin kalabilmenin bilinçli bir eylem olduğunu ve beynimizi bu yönde kontrol edebilmenin ne denli büyük bir emek ve zekâ gerektirdiğini söylemek zor olmaz kanaatimce.
Geçmiş yıllarda yaşanan salgın hastalık zamanlarında ortaya çıkan eserleri, çektiği yoksulluk sebebiyle aynı zamanda ağır işlerde çalışmak zorunda kalan hepimizin bildiği yazarları, ruhsal bunalımları nedeniyle zor zamanlar geçirdiği halde yazmaya, resim ya da bestelerini yapmaya devam eden sanatçıları düşününce “bırakmak” eyleminin kara büyüsü çöküyor üzerime.
Yaşamın, yaşayabilmenin şifresinin “devam edebilmek” olduğunu düşünüyorum. “Her şey insan için” şiarını göğsümüzde taşıyarak, yorulduğumuzda edebiyatın sıcacık ellerine tutunarak çözebilmeliyiz bu şifreyi.
Tökezlediğimiz zamanlardan geçiyoruz şimdi. Ruhumuza yönelme zamanı geldi çattı. Zorunlu bir köklü değişim; yeşil yapraklarımızdan sıyrılıp, içimizden bir çiçek çıkarma zamanı.
Velhasıl sükûnet limanına demir atma zamanı şimdi. Hangi leylek hava soğudu diye bunalıma girmiş? Hangi balık göl buz tuttu diye mutsuz olmuş?
Leyleklerin göç etmeyi bildiği gibi, göller buz tutunca balıkların daha derinlere inmesi gibi…
Edebiyatın ruhumuzun derinlerine sarkıttığı ipe tutunabilmek temennisiyle.
Yorum Yazın